new zealand, bring your mum

1 Şubat 2010 Pazartesi

ekin'in

Beni yönettiler. Bana kendi patronlarıyla elbiseler diktiler (gerektiğinde şık ol!), maskeler uygun gördüler (gerektiğinde gülümse!), yollar çizdiler (gerekse de gerekmese de bu yoldan git!).

Doğduğum günden beri, yaşadığım kasabanın, şehirlerin, ülkenin kurallarını anlattılar. Hatta kuralları bazen hiç anlatmadan dayadılar önüme. 'Önlük giy! Yakanı düzelt! Bıçağı sağ elinle kullan! El öp! Bacak bacak üstüne atma! Delilik etme!' dediler.

Denileni yapmayınca yoldan çıkıyordum, herkes gibi normal olmuyordum ve benden başka herkesi mutsuz ediyordum. Bununla yaşamamak için vardı kurallar. Delileri kontrol edebilmek için.

Bazen annem koydu bu kuralları, bazen babam ya da öğretmenim ya da komşu teyze, babaannem, arkadaşımın annesi, antrenör, televizyondaki kadın, bakkal amca...

Yalnızca bana değil, oyun arkadaşlarıma bile kurallar koydular. Erkek bebekler bile pembe pantolon giyemezdi. Kızların saçları kısa olamazdı. Çıplak bebek bile olmazdı!

Kuralları ben koymaya başladım. Bunu hemen yaptım. Onların kuralları, benim de kurallarımdı. Herkes mutlu olsundu, temel kural. Ben hariç herkesin mutlu olacağı bir dünya, okula gitmeye, kahvaltıyı bitirmeye, erkenden yatmaya... değerdi. O zaman daha çok sevgi vardı. Uslu çocuklar sevilirdi. Kahve içmek için tutturmazlardı. Misafirlik uzayınca zırlamazlardı, tüm çocuklarla iyi anlaşırlardı. Üstelik, sosyal hayatta idare ettikleri için, derslerinin müthiş olması da gerekmezdi her zaman. Kötü not gelmesin, yeterdi.

Bunların hepsini yaptım. Çok sıkıldım. Pembe şortla kırmızı tişörtü birlikte giydim. Saçlarımı kısacık kestim. Etekten hoşlanmadım. Ders çalışmadım. Hayatım, bana biçilen kumaşa uymadı. Yeni kumaşlar biçtim. Her mevsim elbisemi değiştirdim. Sesimi çıkardım, yükselttim, kestim. İstediğimde. İstediğim için.

Ve sonunda ecce homo! Yaşamım boyunca geride kaç elbise bırakmış olurum, kaç değişik kumaştan? Kaçı bana yakışır? Kaçı uygun olur onlar için? Önemli mi?

4 Ocak 2010 Pazartesi

"aldığı kadar un" ne demektir bilirim!

bir genç kadına yakışan, tariflerini arkadaşlarıyla paylaşmasıdır. ama hayır, herkes gelsin benden yesin, herkes benden istesin diye bu tarifi kimseyle paylaşmayacağım. 20 yıl sonra gülen teyze'nin leziz açmaları denebilmesi için bunu yapmam lazım. hem zaten mutluluğun bir tarifi olmaz dostlar, herkes kendi bulsun. (internettekilere benzemez bu, pastanedekilere de bin bastığına emin olabilirsiniz.) ama bana öyle geliyor ki sorarsanız hemen veririm tarifi, iradeli olamam.

önce, ajanstaki songül ablayı arayıp tarifi istedim. canım açmanın hamurundan çekiyordu aslında. ben ajansta çalıştığım süre boyunca songül abla yaptığı poğaça ve açmaların hamurlarından hep verdi bana. hatta bu konuda o kadar geliştim ki, sonucun lezzetli olup olmayacağını, o hamurdan ne yapılacağını da yer yemez anlayabiliyordum.

gecenin ilerleyen saatlerinde de malzemelerimi toparlayıp açmamın hamurunu yaptım. tadına bakmayı da eksik etmedim, bir açmaya bedel miktarda hamuru mideye indirirken eserimle gurur duymaya başlamıştım bile, tadı kusursuzdu, açmalarım mükemmel olacaktı! yoğrulma işlemi biten hamura açma şekli verip tepsiye dizmeye gelmişti sıra. tek sıkıcı kısmı da buydu o ana kadar yaptıklarımın. hamuru elimde ince uzun bir hale getirip bükerek yuvarladım. 1-2-3 derken sinirlerim gerilmeye başlamıştı. aynısını 2 gün önce yine başarıyla yaptığım un kurabiyelerimi yuvarlarken de yaşamıştım. neyse ki bitti de tepelerine süreceğim yumurta sarısına geldi sıra. yumurtayı kırdığımda gördüm ki, üzerine süreceğim şey yumurta sarısı değil, yumurta turuncusu olacaktı. yılmadım, bir fırça yardımıyla hepsinin üzerlerini bu turuncuya boyadım. son süsleme için çörek otuna sıra gelmişti böylece. işte, o hamurlara şekil verip dizmek beni canımdan bezdirdi sanıyordum ki, meğer daha bezecek canım, çekilecek çilem varmış. çörek otlarını dökerken sinirlerim iyice yıpranmış, iyice heyecanlanmış, gerilmiştim. kitaptaki son sayfaların okunması sırasında duyulan heyecan yüzünden okunanların yarım yamalak anlaşılması gibi, artık döke saça serpiyordum çörek otlarını. bunu da atlatıp eserimi ölümsüzleştirdim.

aşağıdaki fotoğrafta geçirilen sinir krizi sonucu dağılmış çörek otlarına rağmen nasıl da güzel görünen çiğ açmalarımı görüyorsunuz. pişirme kağıdı da mutfaktaki en önemli yardımcılarınızdan biri a dostlar. öyle çok yardım etti ki anlatamam.



diğer fotoğrafta ise mutfakta beni bu süreçte yalnız bırakmayan kedim turşu'yu önceden 170 derecede ısıttığım fırına bakarken görmek mümkün, üstelik bütün sinsiliğine rağmen onu görebiliyoruz, evet. bu kedinin hep daktilonun yanında yer alacak bir sanatçı kedisi olmasını arzulamıştım ama kısmet böyleymiş. mutfakta sabırla bekleyen turşu, yapım aşamasında babayı aldı. ve bir kez daha soyadına yakışır kimliğini kanıtladı.



ve işteee fırından çıkmış bu açmalar sayesinde bir kadının sahip olması gereken 3 özellikten birini daha başarıyla bünyeme katmış oldum. afiyetle yedim. yedirdim. turşu'ya da verdim.

28 Aralık 2009 Pazartesi

reklam camiası

işte böyle bir ortam. akli dengesi bozuk bunların topunun. hep söylüyordum, işte kanıtını buldum.



koltuk kavgası, ayak kaydırmaca.

24 Aralık 2009 Perşembe

içimdeki kurtçuk*

*fatih kurtçuk'a saygı duruşu niteliğinde bir yazı. (the conqueror worm by e.a. poe)

bundan haftalar önceydi. aysun ve ibrahim ikilisi içime bir kurt düşürdü. içimde bir kurt olabilir miydi? dahası bir değil, birçok tane de olabilirdi. aysun bunu anlatırken, ibrahim de bir tane ama metrelerce uzunlukta olabileceğini söylüyordu. uyurken salyam akıyor, burnum sıklıkla kaşınıyordu. bunun dışında birkaç huylanma belirtisi daha vardı.

iki tane ilaç önerdi bu doktor ikili. ikisini de büyük bir ciddiyetle cep telefonuma not ettim. en kısa zamanda bu sorundan kurtulacaktım. hem ilaçların yan etkisi de yoktu. varsa vardı, yok olacaktı, yoksa da yoktu. ama ya varsa diye soruyordum kendime. içimde hiç de sempatik olmayan bir canlıyla yaşamak düşüncesi beni benden alıyordu. aşkımızdan bir meyve değil de, meyveden bir kurt doğmuş olabilir miydi? günlerce bunu düşündüm, haftalar geçti. zaman zaman dans etmeye gittim. karşıma hep o kurt çıkıyordu. çikolata yiyordum, yine onu karşımda buluyordum. her şey onunla ilgiliydi. ya içimde yaşıyorsa? ya bir gün ağzımdan çıkıp kendini gösterecekse? ölünce yakılma düşüncesini bile aklıma getiren bu kurtçuklar ya ben daha yaşarken içime yerleştilerse? bu sinsi fırsat kollama düşüncesi beni delirtmeye başlamıştı. derin bir uykuya dalmaktan korkar olmuştum. metabolizmamın yavaşladığı en küçük bir anda kurtçuklarım bana saldırabilirlerdi. herkese sordum, araştırdım, kurt hikayeleri olanları dinledim. insanlardan duyduklarım beni rahatlatmıyor, aksine ilaç kullansam bile tuvalette başbaşa kalacağım o canlılardan daha da çok korkutuyordu beni. bunu tek başıma başaramayacağım düşüncesi sarıyordu beynimi.

mopasanseverler için geliyor: sonra bir gün tuvalete gittim ve bir de ne göreyim! (burada bitti, giden gitsin).

poe'ya saygı duruşu niteliğindeki yazımız ise kaldığı yerden devam ediyor:

gel zaman git zaman, kafamdaki kurtçuk düşüncesinden biraz olsun uzaklaşmıştım. bunu yapmak zorundaydım, çünkü mutluluğum elden gidiyor, gün be gün soluyordum. onları besleyip büyütme endişesiyle yemek yiyemiyor, isyan edip çıkacakları düşüncesiyle tuvalete gidemiyordum, uykularım ise hepten yok olmuştu. bu durumda bu fikri bir kenara bırakmaktan başka çare kalmamıştı. kurtçuklarımı espri konusu yapıyor, zihnimdeki ağır havayı bu şekilde dağıtıyordum. hatta insan içinde artık onlara isimleriyle hitap etmeye başlamıştım. onlara onları ne kadar da ciddiye almadığımı gösterip üstünlüğümü kanıtlamaya, yaşamımı elimden alamayacaklarını göstermeye çalışıyordum. tüm bu uzaklaşma çabaları aslında biçare çırpınışlardı. çoktan elimdekileri kaybetmeye başlamıştım bile. kurtçuk fikri yüzünden işimden olmuş, daha sonra da kasabadaki saygınlığımı yitirmiştim. kurtçuklarım benim yerimi alıyorlardı. kasaba sakinlerinin karşılaştıklarında yollarını değiştirdikleri bir adama dönüşmüştüm. onları duyuyordum: şuna bak, kurtları olduğuna inanıyor, bir de onlarla konuşuyor, deyip, kahkahalar atıyorlardı.

neden sonra bir gün, karşıma çok eskilerden tanıdığım bir dostum çıktı. çok ilginç bir şekilde, beni çok iyi anladığını söyledi. sorgusuz sualsiz bana inanmıştı. bu durum ilginçti çünkü bütün söylediklerimi ayrıntılarıyla dikkatle dinliyor, diğer insanlar gibi gülmek yerine bütün bunların aynısının onun da başına geldiğini anlatıyordu bana. bu bir tesadüf olabilir miydi? kurtçuklarımızın bir araya getirdiği kader ortakları mıydık biz? bunca yıldan sonra karşıma çıkmasını sağlayan, onun da içindeki kurtçukları olabilir miydi? her ne olursa olsun, o, yapması gerekeni yapmıştı. ilacı içmiş ve bu korkuyu atlatmıştı. onda hiç kurtçuk yoktu! bu durum benim için de bir şans doğuruyordu. bana verdiği cesaretle ben de ilacı içtim. ilacımın ilk gecesinde ne de olsa varsalar bile onlardan artık kurtulacağım düşüncesiyle huzurlu bir uykuya daldım. ama onlar bana bu huzuru vermemeye kesin olarak niyetliydiler. rüyamda kurtlarımı dökmüştüm. doktorlar bunların tanımlanamayan bir kurt cinsi olduğunu söylüyorlardı. kimse bana yaklaşmak istemiyordu. durumum çok ciddiydi. nasıl kurtulacağım ise belirsiz... hastane koridorları boşaltılıyor, bense kaderimle başbaşa bırakılıyordum. kurtçuklar yerlerde peşimde dolanıyorlardı. hastane koridorları da üstüme üstüme geliyor, beni boğuyorlardı!

derken, nefes nefese uyandım. tuvalete gitmeliydim. ilacımın sonucu kanıtlayacağı bu sefer, geleceğimin de belirleyicisi olacaktı. ya kurtçuklarıma adadığım hayatımla tuvalette son nefesimi verecek ya da olmadıklarını görerek yepyeni bir hayata tertemiz başlayacaktım. ve tüm bunları beni dinleyecek herkese anlatacaktım.

sonunda tuvalete gittim ve bir de ne göreyim!

18 Aralık 2009 Cuma

kediye noldu acaba?

bugün otobüsle okula gidiyordum. bir teyze bindi benden kısa bir süre sonra. bütün otobüse hakim bir yerde oturduğumdan, teyzeye de hakimdim, tüm devinimlerine de. yavaşlığıyla otobüste güvercinden düşen küçük bir tüy gibi salınıyordu. karşılıklı olan 2li koltukları seçmişti oturmak için, o 4 koltuğun arasına geçti ama torbalarıyla filan, bir türlü oturamadı. içimden bırak teyze torbaları, sen otur da kendini kurtar deyip durdum. nefes nefese kaldım, fenalaştım. sonra bu olayın teyzenin tarzı olduğunu anladım. torbaları için birilerinin yardım etmesine rağmen oturma devinimi sürüyordu çünkü. çok şişman da değildi. daha önce daha şişmanlarını daha atik hareketler içinde görmüştüm. (sene 1996, yer göztepe ssk durağı, cağaloğlu'ndaki okuluna gitmek isteyen gülen otobüse binme yarışında, o da nee, şişman bir teyze göründü arkadan, birkaç çalımla rakiplerini geçtii ve kapıya doğru ilerliyor, gülen'e çarptı, ondan da sıyrıldııı veee tısss).

oturunca da ayaklarını uzattı, en küçük bir kıvrım yoktu vücudunda. etrafla sevimli sohbetler yapmasına rağmen sevemedim onu. anladım ki, bu yavaşlık beni boğuyor, öldürüyor. lisedeyken de böyle bir vakayla karşı karşıyaydım, hem de her gün. şimdi ismini verip rencide etmek istemediğim bir arkadaşımla 1 yıl aynı sırada oturduk. bu n. kişisi koridor tarafında otururdu, ben teneffüs zili çalıp da, diğer sınıftaki arkadaşlarımın yanına gitmek istediğimde onu aşmam gerekirdi. zil sesi duyulur duyulmaz ayağa kalkardım. lanet olsun ki çok severdim o arkadaşlarımı. her zil çaldığında onların yanına gitmek isterdim bir an önce. ama n. büyük bir engeldi benim için. n. öylece dururdu. ayağa kalkmakla bir işaret verdiğimi sanırdım ona ama n. bir şey yapmazdı. durum böyle olunca ben de n.'ye yanaşırdım. dayardım ona bir nevi. hafifçe iteklerdim. n. kişisi kafasını kaldırır bana bakardı. sonra yüzünü sinsi bir tebessüm alırdı. bu da aşmam gereken bir engel gibiydi. sanki iznini almam gerekirmiş gibi oradan çıkmak için. ben de gülümserdim. sonra n. hareketine başlardı. yavaşca sola dönerdi, ben de baskıyı artırır bir seviye daha çok dayardım. bir ayağını çıkarırdı sıranın masayla olan arasından dışarı. allahım yarabbim derdim içimden, heyecanlanırdım. n. kendini sol ayağının desteğiyle sıranın kenarına doğru çekerdi. bunu da atlattıktan sonra geriye sadece sağ ayağı kalıyordu. hadi n. hadi n. teneffüs geçiyor, arkadaşlarım bekliyor. kimbilir kaç muhabbet kaçırıyorum. kimbilir n. yüzünden, gittiğimde hangi gülüşmenin ortasına dalacağım, anlayamadığım o şey yüzünden yarım yarım güleceğim, soru soran gözlerle bakacağım. bu benim ortamlardaki sonum olurdu. kimse sabretmezdi, kimse beklemezdi dostum, beklemezdi. kahkahalarını kafamda duyabiliyordum. n. sağ ayağını da dışarıya atarken son bir kez gülümsüyordu bana. yıllardır bir prangaya bağlıymışım da nihayet kurtulmuşum gibi, arkama bakmadan hızla, coşkuyla uzaklaşırdım oradan. onun bu yavaşlığı delirtirdi beni, hasta ederdi. ama ilginç bir kızdı n. lise son sınıfta olmamıza rağmen, algısının kabul etmediği bazı şeyler vardı. mektuplaşır gibi yazı yazardık bazen birbirimize. ben ona kitaplar filan tavsiye ederdim. o da okuyunca düşündüğü şeyleri filan yazar bana önerdiğim için teşekkür filan ederdi. (egodan her yerim şişti, geceleri uyuyamıyorum, ödem oldum). bu yazılarda 1 değil 2 değil, kaç kez mutlu kelimesini butlu olarak yazdığını gördüm. şarzdan filan bahsetmiyorum bile. işte bütün bunlar o yavaşlığıyla çok örtüşüyordu. ben ona sıradan çıkmak isterken nasıl tepeden bakıyorsam, aslında o da zayıf noktamı bulmuş olmanın rahatlığıyla bana tepeden bakıyordu. sırıtması bu yüzdendi. yüzümden akan çaresizlikten anlıyordu bunu.

vallahi tüm girizgah aslında tek bir şeyi anlatmak içindi, ama resmen tüm bilincim aktı. dün gece, evimizde yaşayan annemden küçük benden büyük erkek şahıs (ismini verip burada onu rencide etmek istemiyorum), saat 1 buçuk sularında eve geldi. geldiğini kapıda 10 dk boyunca süren tıkırtıdan anladım. baktım başaramayacak, gidip açtım kapıyı. ortalayamamasıyla dalga geçtim, sinir oldu. sonra içeri daldı botlarıyla, ama hareket kabiliyeti içtiği içki miktarı yüzünden epeyce darbe almıştı. pinokyo gibi duruyordu holde. denge önemli mefhumdu şu hayatta. balığa dönmüşsün dedim. pili biten walkman gibi güldü. her şey ağır çekimdi. bütün konuşma ve gülmesi dakikalar sürüyordu. botları için biraz yardım ettim. salonda bir süre ayakta durdu. onu gören wii'de hulahup çevirdiğini sanabilirdi. neyse ki bir noktadan sonra çekilmeye karar verip gidip yattı. kendisinin çekildiği iyi oldu çünkü hiç çekilmiyordu. gecenin geri kalanı tabii ki hiç şaşırtıcı olmadı. bir saatten sonra kalkıp kusacağını biliyordum. fazla fazla içilmiş bir geceden ancak yatağına kadar kaçabilirsin. yatak affetmez, kusturur. nitekim öyle oldu. oldukça iyi idare ettiğini düşünmemi sağlayan bir saatte kalktı ve tuvalete kustu. dönüşünde onu karşılamak istedim, nasıl olduğunu göreyim diye. ama onu da karşılayan bir başka sürpriz bekliyordu odasında. yatağındaki ilk kusmuk. "batmışız!" dedi. ben de it gibi, hırt gibi güldüm. ne yapacağını bilemiyordu. bu gürültülere annem kalktı. çeşitli temizlik hareketleri yapıldı. yalnız çarşafı silkelemek gerekiyordu pencereden, taneciklerin dökülmesi için. salona gittim annemle. çarşaf silkelenirken tekir bir kedi koşarak geldi. sevinçle miyavladı. dökülen kusmuklara iştahla saldırdı. annem şaşkınlıkla döndü, "eyvah, sarhoş olacak!"

bu an çok şeye bedeldi. hani filmlerde, ilgili kişinin çok kızacağının düşünüldüğü sahnelerde gergin bir müzik vardır. kişi bir süre somurtkan ve söylenmeye meyillidir, ama sonra birden öyle bir şey söyler ki, onun da dalgaya alabildiğine çılgınca sevinirsin. huzurla dolar için. işte o an için geliyor sevgili arkadaşlar;


9 Kasım 2009 Pazartesi

bugün ne yaşadığımı bir ben biliyorum

güven'le ben arabadayız. yazdan kalma bir gün yaşayan diğer istanbullular gibi atladık arabamıza, sahile akın ediyoruz. her şey çok güzel, renkli. trafiğe bile aldırış edecek değilim. nick cave&the bad seeds'i uygun görmüş radyo. şeker satan palyaçolar burayı çocuklar için yazılmış bir hikayeye dönüştürüyor. onlara ve tüm mavi etrafa bakınca, her şeyi unuttum. dün yolda öldüğü için kürekle çöpe atılan kediyi, para kazanmanın gerekliliğini ve endişe uyandırıcılığını, hastalıkları, korkuları. canım sıkılmıyor sanki hiç, her şeyden iyi anlamlar ve mutluluklar çıkarmasını bilen bir insanmışım gibi. pozitif bir bulutun içinde, yer çekiminden bihaber dalgalanabiliyorum demek ki.

yaşlı çifte kadar.

migros'un oraya gelmişiz, sağ şerit tek sıra bir dolu araba. öylece duruyor. güven beni kornaya basmakla tehdit ederken kornaya bastı. cılız bir ıyk kimsenin umrunda olmadı. ben de eskiden öğrendiğim bir cümleyi sarf ettim ona. bravo, açıldı şimdi işte diye. bütün bunların içinde pembeyle yazmak istediğim bir neden sonra, türk halkına dönüştüm. bütün paris ruhu arabanın açık camından uçtu, gitti. güven migros'un otoparkına bakmaya gitmemi söyledi. ben de işe yaramayacağını. sonuçta birkaç açıklamayla gitmedim. hemen ikna oldu. ama çaresizliği sürüyordu. içinde bu bekleme trafiğine karşı bir sinir birikmişti. kornadan vazgeçeli dakikalar olmuştu. o zaman bir şeyler yap! diye sesini yükseltti bana, bir şeyler yap, dua et! yüz dakika güldüm ve hala aynı yerdeydik. allahım, lütfen, lütfen allahım sen abime bir park yeri nasip eyle ya rabbim.

ileride yeşildeki ışığı görünce bir terslik olduğunu fark ettim ve niyet ettim allah rızası için onlara hadlerini bildirmeye. yürüdüğüm uzun yol beni sakinleştirip pıstırdı, bildiremedim. ses tonum biraz yüksekçeydi ama lanet olsun ki çok saygılı konuştum.

o arada güven burger'ın otoparkına girmiş de park etmiş bile. geri döndüğümde yoktu. bir de onu aradım embesil gibi, ödemeli. bana ne yaşadığımı sormadı bile. kim için yaptım oysa ki ben, kim için ateşe attım kendimi?

umarım o yaşlı ve uyuz kadın bugün takılıp düşmüştür. kocasının kel olduğundan emin olmadığım kafasına da kuş sıçmıştır. yüzlerine selpakçılar tükürsün inşallah.

günün geri kalanında da barış'ın kafasına frizbi çarptı, tak diye ses çıktı. haketmemişti bunu. bu olaylar da olunca, o sırada muhtemelen trafikte başka insanları sinir etmekte olan yaşlı çiftten daha da çok nefret ettim.

1 Eylül 2009 Salı